Türkiye’de son haftalarda yaşanan gelişmeler – muhalif siyasetçilerin ve akademisyenlerin tutuklanması, barışçıl eylemlere yönelik müdahaleler, ifade özgürlüğünü hedef alan sistematik baskılar, polisin orantısız şiddeti ve yargı bağımsızlığına duyulan güvenin hızla erimesi – yalnızca politik bir kriz değil. Aynı zamanda, toplumun geniş kesimlerinde gözlemlenen yoğun bir güvensizlik, belirsizlik ve ruhsal dağılma haliyle birlikte ele alındığında, kolektif bir travma sürecine işaret ediyor.
Bu travmanın bir diğer yüzü ise halkın kendi içinde yaşadığı kırılmalar. Sosyal medyada, sokakta ve gündelik ilişkilerde sessiz kalanlara yönelen yaygın bir öfke var. Konuşmayanlar, paylaşmayanlar, boykot etmeyenler, “tarafını belli etmeyenler” giderek daha fazla hedef haline geliyor. Toplum, yalnızca devleti değil, birbirini de cezalandırıyor. Bu da, baskının yalnızca yukarıdan değil, yatay düzlemde de yeniden üretildiği bir sosyal linç ortamına dönüşüyor.
Ruh sağlığı alanında çalışan bir klinik psikolog olarak, yalnızca bu olayların değil, bu olaylara verilen tepkilerin de bireylerde ve ilişkilerde nasıl bir iz bıraktığını yakından gözlemliyorum. Artan çaresizlik, öfke, duygusal tükenmişlik ve yoğun bir anlamsızlık duygusu…
Yaşananların psikolojik boyutunu anlamlandırmak, sadece mesleki bir sorumluluk değil; aynı zamanda bu kolektif kırılmanın tanıklığını yapma zorunluluğu. Bu yazıyı kendi tanıklığımın bir parçası olarak kaleme aldım.
İçindekiler
ToggleToplumca yaşanan şiddet, belirsizlik ve hak ihlalleri karşısında verilen tepki yalnızca bireyin değil, kolektif hafızanın alanına girer. Bu noktada sosyolog Jeffrey C. Alexander’ın “kültürel travma” kuramı bize önemli bir çerçeve sunar:
“Kültürel travma, bir topluluğun üyeleri kendilerini korkunç bir olayın mağduru olarak deneyimlediğinde ve bu olayın kolektif kimliklerini tehdit ettiğine inandığında ortaya çıkar.”
(Alexander, 2004)
Yani yaşananlar sadece dışsal olaylar değil, toplumun kendi kimliğini, değerlerini ve aidiyetini sorgulamasına neden olan sistemsel yaralardır.
Türkiye’nin modern tarihinde bu tür travmaların tekrar ettiğini biliyoruz: 12 Eylül, 28 Şubat, 2013 Gezi süreci, darbe girişimi, 2016 sonrası OHAL dönemi… Bugünse, bu travmanın hem devletten hem halktan gelen baskılarla çift yönlü bir biçim aldığını görüyoruz.
Belirsizlik altında ezilen ruhsal yapı
Toplumsal travmalar yalnızca “korku” değil, aynı zamanda ontolojik belirsizlik yaratır. Yani insanlar neyin doğru, neyin güvenli, neyin adil olduğunu bilmedikleri bir zemine çekilir.
Psikolog Ronnie Janoff-Bulman, Shattered Assumptions kuramında insanların dünya hakkında sahip oldukları üç temel varsayımdan söz eder:
Bu varsayımlar çöktüğünde birey yalnızca bir travma yaşamış olmaz; anlamını kaybeder.
Ve işte tam bu noktada, birey anlamı yeniden kurmak için çabalar. Fakat bu çaba çoğu zaman bir “suçlu”ya ihtiyaç duyar. Öfke yönlendirilir. İlk hedefler devlet, fail, şiddet uygulayanlar olur. Ancak kısa sürede başka figürler de dahil edilir: sessiz kalanlar, paylaşım yapmayanlar, görünür olup konuşmayanlar.
Öfke yalnızca tepki değil; anlam üretme ve kontrolü yeniden kazanma çabasıdır.
Travmaya maruz kalan her birey, “savaş-kaç” dışında üçüncü bir tepki daha gösterir: donakalma (freeze).
Nörobiyolog Stephen Porges, Polyvagal Teori’sinde bu tepkinin, sinir sisteminin tehdit karşısında verdiği “kendini kapatma” refleksi olduğunu açıklar:
“Vagal sistem, tehdit algılandığında vücudu hareketsizliğe ve sessizliğe yönlendirir. Bu bir savunma biçimidir.”
(Porges, 2011)
Yani bazı insanlar konuşamadıkları için susmaz; sinir sistemi buna izin vermez diyebilir miyiz? Evet ve hayır.
Burada önemli bir fark var: Bu tepki kısa vadede anlaşılabilir. Ama uzun vadede, özellikle toplumsal olarak görünür ve güçlü konumda olan bireylerde bu sessizlik artık nörolojik değil, stratejiktir.
Yani “suskunluk”, artık sinir sisteminin değil, konfor alanının ürünüdür.
Kolektif travma ortamlarında sessizlik yalnızca eksiklik olarak değil, suç ortaklığı olarak algılanır. Yani sessiz kalarak ‘‘nötr’’ algılanamazsınız.
Sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann, Spiral of Silence kuramında bunu şöyle açıklar:
İnsanlar, dışlanma ya da olumsuz sonuçlar yaşama korkusuyla susar. Fakat bu sessizlik, zamanla hâkim görüşü meşrulaştırır.
(Noelle-Neumann, 1974)
Özellikle tanınan, kanaat önderi olan, geniş kitlelere hitap eden kişilerin suskunluğu, toplumda “sessizlik = rıza” olarak okunur.
Bu da yalnızca öfke değil, ihanete uğrama hissi (düşüncesi) yaratır.
Toplumun görünür kişilere yüklediği “konuşma beklentisi” sanıldığından daha güçlüdür. Çünkü o söz, yalnızca bilgi değil, bir alan açma, güç verme, varlığını doğrulama anlamına gelir.
Judith Herman, Trauma and Recovery (1992) adlı çalışmasında, travma sonrası iyileşmenin yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de gerçekleştiğini ve bunun ancak görünürlük ve ilişkisellik üzerinden mümkün olduğunu belirtir:
“İyileşme, ancak tanıklıkla başlar. Tanıklık, yalnızca mağduru değil, toplumun tamamını dönüştürür.”
Tanıklık, burada yalnızca bir izleme eylemi değil; sorumluluk üstlenen, hakikati ifade eden bir varlık hali anlamına gelir. Yani mahalle yanarken o komşunun saçını taramaması, olan bitene bir ”tanıklık” etmesi beklenir. Ancak bu beklenti; özellikle kolektif travma dönemlerinde bozulmaya, biçim değiştirmeye çok açıktır.
Son haftalarda, tanıklık etmenin yerini neredeyse bir zorunlu eşgüdüm hali aldı: Toplum yalnızca tanıklık beklemiyor; herkesin aynı sözleri, aynı hızda, aynı tonda söylemesini talep ediyor. Sessiz kalanlar, farklı bir dil kullananlar, mesafe alanlar, ya da yalnızca duygularını bastırmayı seçenler bu beklentiyi karşılamadığında, cezalandırılıyor. Burada artık tanıklık değil, performans önem kazanıyor.
Bu, özellikle genç kuşakta çok daha sert yaşanıyor. Birçok genç, adaletsizliğe dair haklı öfkesini, eyleme geçirecek yapılar ve güvenli alanlar bulamadığında, dijital dünyada kolektif bir “öfke sahnesi” kuruyor.
Bu sahnede yer almayan, paylaşım yapmayan, boykot çağrısına katılmayan herkes potansiyel suç ortağına dönüşüyor. Linç, yalnızca karşıt görüşlüleri değil, yeterince öfkeli olmayanları da hedef almaya başlıyor.
Ruh sağlığı açısından bu, ikincil travma üretimi anlamına gelir. Travmanın merkezinde olmayan bireyler de, sürekli olarak haklı öfkenin nesnesi haline geldiklerinde, ya baskılayıcı savunmalar geliştirir ya da ilişkisel olarak geri çekilirler.
Yani iyileşmesi gereken bağlar, bir kez daha kopar.
Linç kültürü bu anlamda, tanıklığın çarpıtılmış bir biçimidir.
Burada amaç iyileştirme değil, cezalandırmadır.
Toplumsal şiddet yalnızca devletten değil, halkın kendi içinde de yeniden üretilir.
Bu, adalet duygusunu pekiştirmez; tersine, travmanın döngüsünü derinleştirir.
Toplumsal kırılma anlarında öfke yalnızca bir dışavurum değil, duyulmak ve görülmek isteyen bireyin hak arayışı olarak da okunmalıdır. Özellikle gençler, sistematik adaletsizlikler ve gelecek güvencesizliği karşısında yalnızca devleti değil, sessiz kalan yetişkinleri, entelektüel figürleri ve kanaat önderlerini de sorumlu görmektedir.
Bu öfke, çoğu zaman “yeterince konuşmayanları” hedef alsa da, altında derin bir hayal kırıklığı ve kolektif terk edilme hissi yatar. Genç bireyler, temsil edilmeyen duygularıyla yalnızlaştıklarında, dijital alanları birer sahneye çevirerek bu yalnızlığı kolektifleştirme çabasına girerler. Sosyal medya üzerinden örgütlenen linçler bazen yalnızca cezalandırma değil, güçsüzlüğe karşı birleşme, duygulanımı birlikte taşıma yolları olarak işlev görür.
Bu nedenle gençlerin tepkilerini sadece “aşırı” ya da “hatalı” olarak görmek yerine, altında yatan güven kırılmalarını ve ilişkisel tanıklık ihtiyacını da göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü öfke, bastırılmış bir tanıklık arzusudur çoğu zaman; birilerinin görmediği, söylemediği, susarak geçiştirdiği şeyin sesini yükseltme çabasıdır.
Bu sorunun basit ya da tekil bir cevabı yok. Ancak şunu kabul etmek gerekir: Ruh sağlığı, yalnızca bireysel iyilik halini değil, bireyin içinde yaşadığı sosyal, politik ve kültürel koşulları da içerir. İnsanlar, adaletsizlik ve baskı ortamında yalnızca bireysel anlamda değil, kolektif anlamda da hasar alır. Bu nedenle ruh sağlığı alanı, doğası gereği politiktir.
Psikolojik sağlamlık yalnızca terapi odasında inşa edilmez; ifade özgürlüğü, güvende hissetme, adalet duygusu gibi temel toplumsal ihtiyaçlarla da doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla ruh sağlığı uzmanlarının sessizliği, özellikle kriz zamanlarında yalnızca kişisel bir tutum değil, toplumsal etki yaratan bir tercihtir.
Bazı topluma mâl olmuş kişilerin suskunluğu, yalnızca nötr kalmak değil; gücü olanın sorumluluğunu devretmesidir. Bu nedenle, sessizlik bazı konumlarda sadece bir hak değil, kolektif bir boşluk yaratır.
Ruh sağlığı disiplininin, toplumun iyilik halini gözetmekle sınırlı değil; aynı zamanda toplumda yaşanan travmaların görünür kılınmasına katkı sunmak gibi bir rolü de vardır. Bu, bir taraf olmayı değil, adaletsizlik karşısında etik sorumluluğu hatırlamayı gerektirir.
Uzm. Psk. Selin Kahvecioğlu Ocak
Alexander, J. C. (2004). Toward a theory of cultural trauma. İçinde J. C. Alexander, R. Eyerman, B. Giesen, N. J. Smelser & P. Sztompka (Ed.), Cultural trauma and collective identity (ss. 1-30). University of California Press.
Janoff-Bulman, R. (1992). Shattered assumptions: Towards a new psychology of trauma. Free Press.
Porges, S. W. (2011). The polyvagal theory: Neurophysiological foundations of emotions, attachment, communication, and self-regulation. W. W. Norton & Company.
Noelle-Neumann, E. (1974). The spiral of silence: A theory of public opinion. Journal of Communication, 24(2), 43-51. https://doi.org/10.1111/j.1460-2466.1974.tb00367.x
Herman, J. L. (1992). Trauma and recovery: The aftermath of violence – From domestic abuse to political terror. Basic Books.