İçindekiler
ToggleBoş sosyal medya içeriklerinin zihin sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri son dönemde sıkça tartışılıyor. Bu bağlamda, Oxford İngilizce Sözlüğü tarafından 2024 yılının kelimesi olarak seçilen “brain rot” (beyin çürümesi), bu tartışmaların bir özeti gibi görünüyor. Sürekli dikkat dağıtıcı ve yüzeysel içeriklere maruz kalmak, odaklanma sorunlarına ve zihinsel yorgunluğa yol açabilir elbette. Ancak bu kavram, aslında insanlık tarihindeki eski bir endişenin modern bir yansıması olabilir mi?
Son yıllarda “brain rot” (beyin çürümesi) kavramı, sosyal medyada düşük kaliteli içeriklerin aşırı tüketiminin zihinlerimize zarar verdiği iddiasıyla sıkça karşımıza çıkıyor. Ancak bu tartışma, yeni bir fenomen değil. İnsanlık, tarih boyunca “zihinsel çürüme” kaygısını farklı bağlamlarda yeniden üretmiştir. Her dönemde, teknolojik yenilikler, bilgiye erişim biçimleri ya da popüler kültür içerikleri üzerinden beyinlerimizin “tehdit altında” olduğu düşünülmüştür. Bugün bu kaygıyı sosyal medya üzerinden tartışıyoruz, ancak geçmişte gazeteler, televizyon ve hatta basılı romanlar benzer şekilde suçlanmıştı.
Bu yazıda, sürekli tekrarlanan bu kaygının köklerini keşfedecek, insan beyninin adaptasyon kapasitesini anlamaya çalışacak ve sosyal medya eleştirilerinin neden artık yetersiz kaldığını tartışacağız.
Sosyal medya eleştirilerinin tarihsel bağlamını anlamak için, geçmişte benzer kaygılara yol açan olaylara göz atalım:
19. Yüzyılda Dime Novels (On Centlik Romanlar): Bu romanlar, basit ve hızlı tüketilebilir hikayeler sunuyordu. Dönemin eleştirmenleri, bu tür yayınların okurların “zihinsel tembelliğine” neden olduğunu ve onları derin düşünceden uzaklaştırdığını savunuyordu. Oysa bu romanlar, geniş bir kitlenin ilk kez yazılı içeriklere erişimini sağlamıştı.
Arthur Schopenhauer’ın Uyarısı: Schopenhauer, çok fazla kitap okumanın bile insanın eleştirel düşünme yeteneğini köreltebileceğini öne sürmüştü. Ona göre, sürekli tüketim, bireylerin kendi düşüncelerini oluşturma kapasitesini azaltıyordu. Bu görüş, bugün sosyal medyanın bilgi kirliliği yaratmasına yönelik eleştirilerle paralellik gösteriyor.
Gazetelerin Sansasyonel Haberleri: 19. ve 20. yüzyıllarda, tabloid gazeteler, sansasyonel ve abartılı haberlerle halkın dikkatini çekiyordu. Eleştirmenler, bu tür haberlerin, toplumsal tartışmaların derinliğini azalttığını ve halkı düşünsel anlamda körelttiğini iddia ediyordu.
Televizyonun Yükselişi: 20. yüzyılın ortalarında televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte, televizyonun insanları aptallaştırdığı, entelektüel birikimi azalttığı ve bireyleri yüzeyselliğe sürüklediği sıkça dile getirildi. Neil Postman’ın “Amusing Ourselves to Death” adlı kitabı, televizyonun, toplumu yüzeysel bir eğlence kültürüne hapsettiğini savunuyordu.
Bu örnekler, “beyin çürümesi” kaygısının sosyal medyayla sınırlı olmadığını, insanlık tarihinin her döneminde benzer eleştirilerin yapıldığını gösteriyor.
Bugün, sosyal medyanın dikkat dağıttığı, zihni körelttiği ya da bilgi kirliliği yarattığı sıklıkla dile getiriliyor. Ancak bu eleştiriler, sıklıkla aynı nostaljik tuzağa düşüyor: İnsanlar sosyal medyadan önce yalnızca “kaliteli” içerik tüketiyordu. Gerçekte, insanlık tarihi boyunca insanlar kolay, eğlenceli ve hızlı içeriklere yönelmeye meyilli olmuştur. Örneğin:
TikTok’ta kısa videoların dikkat süremizi azalttığı eleştirisi, geçmişte televizyon reklamları için yapılmıştı.
Instagram’daki sürekli fotoğraf paylaşımının gerçeklikten kopma yarattığı iddiası, popüler dedikodu dergileri için de geçerliydi.
Twitter’ın yüzeysel haberlerle bilgi derinliğini azalttığı söylemi, tabloid gazetelerin manşetleri için yapılan eleştirilerle benzerlik taşıyor.
Bu eleştiriler, yalnızca teknolojinin değişen formatlarına uyum sağlamış gibi görünüyor. Sorun, teknolojiyi nasıl kullandığımız ve bilgiyle nasıl ilişki kurduğumuzda gizli olabilir.
İnsan beyni, tarih boyunca karşılaştığı zorluklara uyum sağlama konusunda benzersiz bir kapasiteye sahiptir. Beynin bu adaptasyon gücü, modern teknolojilere ve dijital çağa uyum sağlamasında da kendini gösterir:
Nöroplastisite: Beyin, çevresel değişikliklere ve yeni bilgilere uyum sağlayacak şekilde sürekli yeniden yapılanır. Sosyal medya gibi hızlı değişen uyaranlara maruz kalmak, beynin esnekliğini artırabilir.
Bilgi İşleme Hızı: Dijital çağ, beynimizin bilgiye erişim ve işleme hızını artırmıştır. Ancak bu hız, aynı zamanda derinlemesine düşünme yerine yüzeysel tüketimi teşvik edebilir.
Zihinsel Koruma Mekanizmaları: İnsanlar, beyinlerini koruma içgüdüsüyle hareket eder. Bu nedenle, sosyal medyada geçirilen zamanı sorgulama ve daha anlamlı içeriklere yönelme isteği, beynimizin doğal savunma mekanizmalarının bir göstergesidir.
Bu kaygının arkasında, insanın zihinsel kontrolü kaybetme korkusu yatar. Bu korku, modern teknolojiyle sınırlı değildir; tarih boyunca insanlar, “yanlış” bilgiye ya da “yozlaşmış” içeriklere maruz kalmanın zihinlerini etkileyebileceğinden endişe etmiştir.
Bu bağlamda, “beyin çürümesi” kaygısı yalnızca dışsal bir tehdit değil, bireyin kendi zihinsel yeterliliği hakkındaki endişesini de yansıtır. İnsanlar, zihinsel olarak geride kalmaktan ya da manipüle edilmekten korkar. Ancak beyin, yalnızca tehditlere maruz kalmaz; aynı zamanda bunlarla başa çıkma stratejileri geliştirir.
“Brain rot” söylemleri, insanlığın eski bir kaygısını modern bir bağlamda yeniden üretiyor. Ancak gerçek şu ki, beynimiz çürümüyor; tam tersine, her türlü zorluğa uyum sağlayacak kapasiteye sahip. Sorun, beynimizin dış tehditlere maruz kalması değil, bu tehditlerle nasıl başa çıktığımızdır.
Sosyal medyayı suçlamak yerine, onu nasıl kullandığımızı sorgulamalıyız. Beyin, kontrol bizde olduğu sürece her zaman yeniden yapılanabilir.
İnsanlık tarihi boyunca, insanlar ya entelektüel derinlik peşinde koşmuş ya da boş içeriklerle “kendini avutmuştur.” Bu kaçınılmaz bir gerçek: Bazıları Sophokles’i tartışırken, diğerleri sansasyonel dedikodularla oyalanmıştır. Ancak ilginç olan, her dönemde bir grup insanın o “çürüme” olarak görülen içeriklerden bile anlamlı bir şey yaratmayı başarmış olmasıdır.
TikTok’ta Platon keşfeden, magazin haberlerinden felsefi çıkarımlar yapan ya da ucuz romanlardan ilhamla şaheser yazanlar hep var olmuştur. Belki de esas sorun, içeriklerin basitliği değil, bizim onlarla kurduğumuz ilişki şeklidir. Basiti görüp geçenle, ondan yeni bir şey üreten arasındaki fark, asıl meseleyi belirler.